Biyoloji

Organik Bileşikler

Organik Bileşiklerin Genel Özellikleri

Canlılar dünyasında tüm yapılar ve işleyişler, temel olarak iki ana madde grubuna dayanır: organik ve inorganik bileşikler. Bu iki grup arasındaki en temel fark, organik bileşiklerin karbon içermesi ve canlılar tarafından üretilmesidir. İnorganik bileşikler ise canlılar tarafından sentezlenemediği için doğadan hazır olarak alınır.

Organik bileşikler, karbonun çok yönlü bağ kurma yeteneği sayesinde oldukça çeşitli yapılara sahip olabilir. Tüm bu maddeler, canlılık faaliyetlerinin yürütülmesinde kilit rol oynar.

Yapılarında genellikle karbon (C), hidrojen (H) ve oksijen (O) bulunur. Bazı organik moleküllerde ayrıca azot (N), fosfor (P) ve kükürt (S) gibi elementler de yer alabilir. Bu bileşikler; enerji verici, yapıcı-onarıcı ve düzenleyici roller üstlenerek canlı yaşamının temelini oluşturur.

Organik bileşikler şunlardır:

  1. Karbonhidratlar (Şekerler)
  2. Lipitler (Yağlar)
  3. Proteinler
  4. Enzimler
  5. Vitaminler
  6. Nükleik Asitler
  7. ATP
Bilgi: Karbonhidratların yapıtaşı monosakkaritler; yağların yapı taşı yağ asidi ve glisreol; proteinlerin yapıtaşı aminoasittir.

Karbonhidratlar, üretici canlıların (çoğunlukla bitkilerin) fotosentez sonucu oluşturduğu organik moleküllerdir. Hücrede birinci derecede enerji kaynağı olarak kullanılırlar, aynı zamanda yapı ve onarımda da rol oynarlar. Hücre zarının, hücre çeperinin, nükleik asitlerin (DNA, RNA) ve ATP’nin yapısına katılabilirler.

Yapılarında karbon (C), hidrojen (H) ve oksijen (O) bulunur. Molekül formülleri genellikle (CH2O)n şeklindedir. Monomerleri birbirine glikozit bağı ile bağlanır. Karbonhidrat bakımından zengin besin kaynaklarına buğday, arpa, pirinç, şeker pancarı, şeker kamışı, sebzeler ve meyveler örnek verilebilir.

Karbonhidratlar, içerdiği şeker birimi sayısına göre üç gruba ayrılır:

  1. Monosakkaritler (Tek Şekerler)
  2. Disakkaritler (İki Şekerler)
  3. Polisakkaritler (Çoklu Şekerler)

Monosakkaritler sindirime uğramadan hücre zarından geçebilirken, disakkaritler ve polisakkaritler önce daha küçük birimlere parçalanmak zorundadır. Pek çok canlıda karbonhidratlar, hem enerji elde etmek hem de yapısal maddeler oluşturmak bakımından kritik öneme sahiptir.

Monosakkaritler basit şekerlerdir; sindirime gerek duymadan hücre zarından geçebilirler. İçerdikleri karbon atomu sayısına göre gruplandırılırlar. Beş karbonlulara (5C) pentoz, altı karbonlulara (6C) heksoz denir.

  1. 5 Karbonlular (Pentoz): (Yapıya katılan şekerlerdir, enerji vermez.)
    • Riboz: RNA ve ATP yapısında bulunur.
    • Deoksiriboz: DNA yapısına katılır.
  2. 6 Karbonlular (Heksoz): (Enerji verici olarak kullanılan şekerlerdir.)
    • Glikoz: Kan şekeri veya üzüm şekeri olarak bilinir. Tüm canlı hücrelerde bulunabilir. Bitkisel kökenlidir. Üretici organizmalar tarafından sentezlenir. Birçok disakkarit ve polisakkaritin yapı taşıdır. Özellikle sinir hücrelerinde temel enerji kaynağı konumundadır.
    • Fruktoz: Meyve şekeri. Karpuz, muz gibi meyvelerde bulunur. İnsanlar vücutta fruktozu glikoza dönüştürerek kullanır. Bitkisel kökenli olup tatlılığı en yüksek şekerdir.
    • Galaktoz: Süt şekeri olarak bilinen laktozun temel bileşenlerinden biridir. bitkilerde de bulunsa memelilerin sütünde daha çok bulunması itibariyle hayvansal kökenlidir.
Hatırlatma: Glikoz, fruktoz ve galaktoz aynı kapalı formüle sahip (C6H12O6) olmasına rağmen farklı yapılara sahiptir. Böylesi kapalı formülleri aynı olup açık formülleri farklı olan organik moleküllere izomer denir. Bu üçü birbirlerinin yapısal izomeridir.
Dikkat! Kanser hücreleri çok fazla şeker tükettiği için dengeli bir şeker tüketimi benimsemek hayati derecede önemlidir.
Dikkat! Monosakkaritler tek şekerden oluştuğu için glikozit bağı içermezler.
Dikkat! Glikoz, galaktoz ve fruktoz kapalı formülleri aynı olduğu halde açık formülleri farklı olduğu için birbirlerinin izomeridirler.
Dikkat! Glikoz, beyin hücrelerinin tek enerji kaynağıdır. Dolayısıyla uzun süreli eksikliğinde ilk hasarı görecek olan organ beyindir.
Dikkat! Pentozlar yapısal karbonhidratlar olduğu için enerji verici olarak kullanılmazlar.

Disakkaritler, iki monosakkaritin glikozit bağı ile birleşmesi sonucu oluşur. Bu sırada dehidrasyon gerçekleşir ve bir su molekülü açığa çıkar. Disakkaritler, hidroliz edilmedikçe hücre zarından geçemez.

  • Maltoz (Arpa şekeri): İki glikozun birleşmesiyle meydana gelir (glikoz + glikoz –> maltoz). Arpa tohumlarında yaygındır.
  • Sakkaroz (Çay şekeri): Glikoz ve fruktozun birleşmesiyle oluşur (glikoz + fruktoz –> sakkaroz). Şeker kamışı, şeker pancarı, havuç gibi bitkilerde bulunur.
  • Laktoz (Süt şekeri): Glikoz ve galaktozun birleşmesidir (glikoz + galaktoz –> laktoz). Memeli hayvanların sütünde bulunur.
Dikkat: Bütün disakkaritlerin yapısında en az bir glikoz bulunur. Hidroliz sırasında su kullanılarak disakkaritler monosakkaritlerine ayrılır.
Dikkat: Hidroliz (sindirim) sırasında enerji harcanmaz.
Dikkat: Dehidrasyon (sentez) sırasında kurulan bağ sayısı kadar su açığa çıkar:

  • Glikoz + Glikoz ⇄ Maltoz + H2O
  • Glikoz + Fruktoz ⇄ Sükroz (Sakkaroz) + H2O
  • Glikoz + Galaktoz ⇄ Laktoz + H2O

Polisakkaritler; çok sayıda glikoz biriminin glikozit bağlarıyla birleşmesi sonucu oluşan büyük yapılı organik moleküllerdir. ({n} Glikoz –> Polisakkarit + {n-1} Su) Depo veya yapısal görev üstlenebilirler.

Depo Polisakkaritler

  • Nişasta: Bitkilerde fotosentezle üretilen glikozun fazlası nişastaya dönüştürülür ve genellikle lökoplastlarda depolanır. Tahıllarda, pirinçte ve patateste bolca bulunur. İyot ile mavi-siyah renk verir.
  • Glikojen: Mantar, hayvan, bazı bakteri ve arke hücrelerinde depolanır. İnsanlarda özellikle karaciğer ve kaslarda birikir. Açlık durumunda glikojeni parçalayıp kana glikoz verilir.

Yapısal Polisakkaritler

  • Selüloz: Bitki hücre çeperinin temel öğesidir. Suda çözünmez. Otçul hayvanlar, bağırsaklarında yaşayan bazı bakterilerin ürettiği enzimler sayesinde selülozu sindirebilir. Endüstride kâğıt, pamuk ve sentetik ipek yapımında kullanılır.
  • Kitin: Yapısında azot bulundurduğu için diğer polisakkaritlerden ayrılır. Mantarlarda hücre çeperinin, eklembacaklılarda (çekirge, yengeç vb.) dış iskeletin yapısını oluşturur. Saf hâli yumuşaktır; kalsiyum tuzları katıldığında sertleşir.
Önemli Detay: Tüm polisakkaritlerde monomer glikozdur. Farklı glikozit bağları, farklı işlevler (depo ya da yapısal) ortaya çıkarır.
Dikkat: Nişasta, selüloz, maltoz ve sakkaroz bitkisel kökenlidir. Glikojen, kitin ve laktoz ise hayvansaldır. Galaktoz ise hem bitki hem de hayvanlarda ortak olarak bulunur.
Dikkat: Nişasta sindirimi insanda ağızda başlar, dolayısıyla hücre dışı bir ortamdır. Ağız, mide boşluğu, bağırsak boşluğu vücut içi olduğu halde hücre dışı bir ortamdır.
Dikkat: İnsanlar nişasta, maltoz ve sakkarozu hücre dışında sindirebilirler ama sentezleyemezler.
Dikkat: Selüloz insanlar tarafından ne sindirilebilir ne de sentezlenebilir. Ancak geviş getiren otçullar, midelerinde bulunan bakteriler sayesinde selülozu sindirebilirler.
  • Karbon Döngüsü: Üretici canlılar, atmosferdeki CO2’yi fotosentezle karbonhidratlara dönüştürür. Hayvanlar bu karbonhidratları besin yoluyla alarak kendi metabolizmalarında kullanır.
  • Enerji Kullanımı: Glikoz, sinir hücrelerinin öncelikli enerji kaynağıdır. Karbonhidratlar, parçalanmaları için daha az oksijene ihtiyaç duyulduğundan vücut tarafından ilk sırada kullanılır.
  • Yapısal Görevler: Bazı karbonhidratlar (selüloz, kitin) yapı oluşturur. Ayrıca DNA, RNA ve ATP gibi moleküllerde de bulunur.
  • Selülozun Sindirimi: İnsanlar doğrudan selülozu parçalayamaz. Ancak selüloz lifli yapısıyla bağırsakların düzgün çalışmasını kolaylaştırır.
  • Glikojen Depolanması: İhtiyaç fazlası glikoz karaciğer ve kaslarda glikojen olarak birikir. Az karbonhidrat alındığında yorgunluk ve halsizlik gözlenebilir.
  • Fazla Tüketim: Karbonhidrat fazlası vücutta yağa dönüştürülüp depolanabilir. Aşırı tüketim, obezite ve insülin direnci gibi sorunlara yol açabilir.

Lipitler, suda çözünmeyen ancak alkol, eter, kloroform ve aseton gibi organik çözücülerde çözünebilen hidrokarbon yapılı bileşiklerdir. Bileşimlerinde karbon (C), hidrojen (H) ve oksijen (O) elementleri bulunur. Bazı türlerinde fosfor (P) veya azot (N) gibi ek elementler de görülebilir.

Canlılar için yapısal ve işlevsel önemi büyüktür. Hücre zarının temel bileşenlerinden olmalarının yanı sıra, enerji depo etme ve bazı hormonların üretiminde görev alma gibi kilit roller üstlenirler.

Dikkat! Birim hacimde daha fazla enerji verici olsalar da, parçalanmaları zor olduğu için ikinci dereceden enerji verici (kullanım sırası 1. Karbonhidrad, 2. Yağ, 3. Protein) olarak kullanılırlar.
Dikkat! Yağlar hafiftir.
Dikkat! Yağların birim hacimde daha fazla enerji verici olmalarının sebebi daha fazla H atomu barındırmalıdır. Yine bu sebeptendir ki, daha fazla su açığa çıkar. Ve tam da bu sebepten ötürü göçmen kuşlar, kış uykusuna yatan hayvanlar susuzluk çekmemek adına yağ depolarlar.

En önemli lipit çeşitleri şunlardır:

  1. Nötral Yağlar (Trigliseritler)
  2. Fosfolipitler
  3. Steroitler
Dikkat! Steroit ve fosfolipitler, yapısal lipit çeşitleriyken, nötral yağlar (trigliseritler), enerji verici yağlardır.

Lipitlerin depo şeklini temsil eder. Bitki ve hayvan hücrelerinde, fazla enerji farklı ihtiyaçlarda kullanmak üzere nötral yağ (trigliserit) formunda birikmiş olabilir. Yapı taşı olarak bir gliserol molekülü ile üç adet yağ asidi bulunur.

Esterleşme tepkimesiyle üç yağ asidi, gliserole bağlanırken üç su molekülü açığa çıkar. Bu bir dehidrasyon (su kaybı) örneğidir.

Örnek Reaksiyon: 3 Yağ Asidi + 1 Gliserol ⇄ 1 Trigliserit (Nötral Yağ) + 3 H2O
Dikkat: Yağ asitleri, sadece nötral yağlarda bulunur. Fosfolipit ve steroitlerde yağ asidi bulunmaz.

Trigliseritlerin yapısına katılan yağ asitleri iki çeşittir:

  1. Doymuş Yağ Asitleri: Karbon atomları arasında yalnızca tekli bağlar bulunur. Oda sıcaklığında katıdır. Genellikle hayvansal kaynaklıdır (tereyağı, kuyruk yağı vb.).
  2. Doymamış Yağ Asitleri: Karbon atomları arasında çift bağ(lar) içerir. Oda sıcaklığında sıvıdır. Genellikle bitkisel kökenlidir (zeytinyağı, ayçiçeği yağı, mısır yağı vb.).
Not: Bazı yağ asitleri vücutta sentezlenemediği için dışarıdan almak gerekir. “Temel (esansiyel) yağ asitleri” olarak adlandırılan omega-3 ve omega-6; ceviz, keten tohumu, balık yağı gibi besinlerde bulunur.
Dikkat: Doymamış yağlar hidrojenle doyurulduğunda trans yağlar elde edilir. Margarin bu gruba örnektir. Trans yağların kalp-damar sağlığı üzerinde olumsuz etkileri vardır.

Fosfolipitler, gliserole bağlı iki yağ asidi ve bir fosfat grubundan oluşan lipitlerdir. Hücre zarının yapısındaki çift katlı fosfolipit tabakasının temelini oluştururlar. Böylece hücrenin içi ve dışı arasında seçici geçirgenlik sağlarlar.

Fosfolipitlerin baş kısımları (fosfat grubu) suyu seven (hidrofilik), kuyruk kısımları (yağ asitleri) suyu sevmeyen (hidrofobik) özelliktedir. Bu çift özellikli yapı, hücre zarının işlevlerini yerine getirmesinde kritik önem taşır.

Örnek Reaksiyon: 2 Yağ Asidi + 1 Gliserol + 1 Fosfat + Kolin (azotlu kısım)⇄ Fosfolipit + 3 H2O
Dikkat! Yağ asidi ve gliserolün yapısında fosfat bulunmaz.
Örnek: Hücre zarının yapısını fosfolipitler oluşturur. Proteinler ve diğer bileşenler de eklenerek “akıcı mozaik zar modeli” denen esnek bir zar yapısı ortaya çıkar.
Dikkat! Fosfolipitler, enerji verici olarak kullanılmazlar.

Steroitler, yapısında dört karbon halkası ve bağlı çeşitli yan gruplar bulunduran lipit türüdür. Östrojen ve testosteron gibi eşey hormonlarının yanı sıra A ve D vitaminleri, safra salgısı gibi önemli moleküllerin yapısına katılırlar. Hücre zarının geçirgenliğini ve dayanıklılığını arttırır.

Hayvanlarda kolesterol, en yaygın steroit örneklerinden biridir. Hücre zarının dayanıklılığını artırır, sinir hücrelerinde yalıtım görevi görür. Fazla alındığında ya da genetik yatkınlıkla kanda kolesterol düzeyi yükselirse damar sertliği ve tıkanıklık gibi ciddi sorunlar ortaya çıkabilir.

Dikkat!Bitki hücrelerinin zarında kolesterol bulunmaz.
Dikkat! Kolesterol hücre zarından geçebilir.
Dikkat! Steroitler, enerji verici olarak kullanılmazlar.
  • Yapıcı ve düzenleyici görev görürler. Hücre zarının yapısına (fosfolipit, kolesterol vb.) katılır, bazı hormonların üretimini destekler.
  • Vücudu soğuktan koruyarak ısı yalıtımı sağlarlar. Deri altında depolanarak, basınç ve darbelere karşı koruma etkisi gösterirler.
  • Sinir hücreleri çevresinde yalıtım sağlar. Böylece elektriksel impuls iletiminde hız kazanılır.
  • Enerji kaynağı olarak karbonhidratlardan sonra devreye girerler. Birim kütlede en fazla enerjiyi yağlar verir ancak parçalanmaları için daha fazla oksijene ihtiyaç vardır.
  • Hormonların (cinsiyet hormonları gibi) yapısına katıldıkları için üreme sisteminde işlevseldir.
  • Vücutta depolanan yağlar (özellikle göçmen kuşlarda ve kış uykusuna yatan memelilerde) hem enerji hem de metabolik su kaynağı olarak kullanılır.
Not: Yağların solunumu sırasında bol su açığa çıktığı için çöl develeri, uzun göç yollarındaki kuşlar ve kış uykusuna yatan memeliler vücuttaki yağ depolarına güvenir.

Proteinler, canlı vücudunda en fazla bulunan organik moleküllerdir. Yapılarında karbon (C), hidrojen (H), oksijen (O) ve azot (N) bulunur. Bazı çeşitleri kükürt (S) ve fosfor (P) da barındırabilir. Yapıcı-onarıcı, düzenleyici ve kısmen enerji verici özellikleriyle yaşamsal işlevleri desteklerler.

Proteinlerin monomerleri amino asitlerdir. Canlılarda 20 farklı amino asit bulunur. Her amino asidin yapısında merkezi bir karbon, bu karbona bağlı amino grubu, karboksil grubu, bir hidrojen ve “R” (radikal) adı verilen değişken grup bulunur. R grubu amino asitlerin farklı olmasını sağlayan bölgedir.

İnsanlar 12 amino asidi kendisi sentezleyebilir; geriye kalan 8 amino asit ise “temel (esansiyel) amino asit” olarak adlandırılır ve dışarıdan besinler aracılığıyla alınır.

Aminoasitlerin yan yana gelerek oluşturduğu düz zincir halindeki protein yapısına “primer yapı” denir. Bu haldeki proteinin kendi üzerine kıvrılıp oluşturduğu sarmal yapıya ise “sekonder yapı” denir. İşlevsel olan da bu yapıdır. Dolayısıyla yüksek sıcaklık proteinin sekonder yapısını bozar, primer yapısını değil.

Bilgi: Bitkiler, 20 amino asidin tamamını kendileri üretebilir.
Örnek Reaksiyon: (n) Aminoasit ⇄ Protein + (n-1) H2O
Bilgi: Üretici canlılar, sadece aminoasitleri değil ihtiyaç duydukları diğer organik maddeleri (vitaminler ve yağ asitleri) de kendileri üretir.
Dikkat: Sentezlenebilen 12 aminoasit, glikoz ya da yağ asitlerini aminoasite çevirerek sentezlenir.
Bilgi: Proteinler oksijenli solunumda kullanıldığında boşaltım atığı olarak karbondioksit ve su dışında amonyak da meydana getirir. Amonyağın oluşumuna ise – adından da ezber yapabileceğiniz üzere – amino grubu sebep olur.
Önemli bilgi: Protein, yağlar ve karbonhidratlar pekala birbirlerine dönüştürülebilir. Bakınız:

Başlangıç Dönüşebilir Ne olarak dönüşür?
Glikoz Yağ asidi, Gliserol, Amino Asit (12 tanesi)
Yağ Asidi Glikoz (dönüşemez)
Gliserol Glikoz
Amino Asit Glikoz, Asetil-CoA, Yağ
Amfoter Özellik: Amino asitler, asit ve baz karşısında farklı davranabilir (amfoter). Bu özellik, bulundukları ortamın pH değerini belirli aralıklarda tutmaya yardımcı olur.
Peptit Bağı: İki amino asit birleşirken birinden “–OH,” diğerinden “–H” ayrılarak su çıkar. Arada peptit bağı kurulur. İki amino asit birleşmesi → dipeptit; üç → tripeptit; çok sayıda amino asit bağlanması → polipeptit adını alır.
Dikkat: Proteinler solunumda kullanılırsa amonyak oluşur. İnsanlar amonyağı azotlu bir atık olan üreye çevirerek atabilirler.

Hücrelerde protein sentezi, DNA’daki kalıtsal bilgiye göre ribozomlarda gerçekleştirilir. Her canlının DNA yapısı farklı olduğu için, üretilen proteinlerin amino asit dizilişi ve çeşidi de farklıdır.

Polipeptit zincirlerinin kendine özgü üç boyutlu yapısı vardır. Sıcaklık, pH, tuz yoğunluğu, yüksek basınç ve radyasyon gibi etkenler bu üç boyutlu yapıyı bozabilir. Bu olaya denatürasyon denir. Denatüre olan protein, çoğunlukla eski hâline dönemez; bazı özel durumlarda kısmen eski hâline dönebilir (renatürasyon).

Dikkat: Yüksek sıcaklık proteinlerin sekonder yapısını bozar, primer yapısını değil. Primer yapıya etki etmediği için haliyle peptit bağları zarar görmez.
Örnek: Yumurta akının yüksek ısıyla katılaşması bir denatürasyon örneğidir. Besin değeri azalmaz fakat proteinler orijinal formuna geri dönemez.
Dikkat! Ne kadar çok protein tüketirse bir insan, kanında ve idrarında da o kadar çok azotlu boşaltım artıkları (üre, amonyak) miktarı artar.
Dikkat! Canlıların dışarıdan aldıkları proteinler doğrudan yapılarına katılmazlar. Önce proteinler sindirilir, aminoasitler elde edilir ve bu aminoasitler canlının kendi genetik şifresine uygun olarak yeni proteinler sentezlenmek için kullanılır. Ancak şuna dikkat etmek lazım: Bir insan, proteini besin yoluyla almak yerine atıyorum damardan alırsa alerjik reaksiyonlar baş gösterir. Zira vücut kendisine yabancı bir proteini almış olur, dolayısıyla buna bir tepki gösterir. Aslında buradan da akrabalık ilişkilerine atıf yapabiliriz; yabancı proteinler bir araya gelince çökelme oluşur. Haliyle dışardan giren proteinler birbirlerine ne kadar tanıdıksa o kadar az çökelme olur ve akrabalık dereceleri artar.
  • Yapıcı-Onarıcı: Hücrelerin büyümesi, dokuların onarımı ve yenilenmesinde etkili olmaları nedeniyle vücudun temel yapıtaşları arasında yer alırlar.
  • Düzenleyici: İnsülin, glukagon gibi bazı hormonlarda protein yapı bulunur. Alyuvarlardaki hemoglobin, solunum gazlarının taşınmasını sağlar. Vücut sıvılarının osmotik basıncını ayarlar. Antikor gibi proteinler de savunma sisteminde rol oynar.
  • Enerji Verici: Karbonhidrat ve lipitlerden sonra enerji için kullanılan organik maddelerdir. Proteinlerin solunumu sırasında karbondioksit ve suya ek olarak azotlu atıklar (örneğin amonyak) da açığa çıkar.
  • Kas ve Hareket: Kasların kasılmasını sağlayan iplikçikler protein yapıdadır. Saç, tırnak, deri, boynuz gibi yapılar da protein içerir.
  • Vücudun büyük kısmını proteinler oluşturur. Büyüme ve gelişmede önemli rol oynarlar. Enzimlerin, savunma maddelerinin ve bazı hormonların yapısına katıldıkları için metabolizmanın sürdürülmesinde etkilidirler.
  • Fazla protein doğrudan depolanamaz, vücutta yağa dönüştürülerek depolanır. Yüksek protein alımı böbrek ve karaciğerde yük oluşturabilir, idrarla kalsiyum atılmasına yol açabilir.
  • Protein eksikliği; büyüme ve gelişmenin aksaması, bağışıklığın zayıflaması, yıpranan dokuların onarımının gecikmesi, saç dökülmesi, hâlsizlik ve ödem gibi belirtilerle kendini gösterebilir.
  • Besinlerde bolca bulunan protein kaynakları arasında et, süt, yumurta, peynir, yoğurt, baklagiller ve tahıllar sayılabilir.

Protein yapılı moleküller şunlardır:

  1. Enzim
  2. Antikor
  3. Antijen
  4. Hemoglobin
  5. Albumin
  6. Globumin
  7. Fibrinojen
  8. Aktin
  9. Miyozin
  10. İnsülin
Ek Bilgi: Protein yetersizliği çocukluk döneminde büyümeyi yavaşlatır. Yaraların geç iyileşmesi ve bağışıklığın düşmesi, proteinin bağ dokusu ve antikor sentezinde kritik rol oynamasından kaynaklanır. Şu şekilde listelersek daha da akılda kalıcı olacaktır:

  1. Bağışıklık sistemi zayıflar (Antikor nedenli)
  2. Kan geç pıhtılaşır (Fibrinojen nedenli)
  3. Kansızlık (anemi) görülür (Hemoglobin nedenli)
  4. Kas kasılmalarında aksaklık görülür (Aktin-Miyozin nedenli)
  5. Ödem görülür (Albumin eksikliği nedeniyle)
  6. Yaralar geç iyileşir (Enzim ve yapı proteinleri eksikliği nedeniyle)
  7. Zeka geriliği (Nöron gelişimini destekleyen proteinler eksikliği nedeniyle)
  8. Büyüme ve gelişmede çeşitli anormallikler (Hormon ve yapı proteinleri eksikliği nedeniyle)

Enzimler, protein yapılı biyolojik katalizörlerdir. Canlı sistemlerdeki kimyasal tepkimelerin daha az enerji harcanarak ve yüksek hızda gerçekleşmesini sağlarlar. Bunu ise aktivasyon enerjisini düşürerek yaparlar.

Tanım: Bir tepkimenin başlayabilmesi için gereken en düşük enerji miktarına aktivasyon enerjisi adı verilir. İşte enzimler bu enerjiyi düşürerek tepkimeleri kolaylaştırır. Bu sebepten ötürü kendilerine biyolojik katalizör denir. Aktivasyon enerjisi ise ATP ile alakalıdır.
Dikkat! Enzimler reaksiyonda kullanılır ama harcanmaz. Yani bu demektir ki enzimler tekrar tekrar kullanılabilirler.
Dikkat! Her ne kadar bütün enzimler hücre içinde sentezlense de, bazıları hücre dışında çalışır.
Dikkat! Bir canlıda rekasiyon çeşidi kadar enzim çeşidi vardır Bu sayede metabolik olayların birbirlerine karışması önlenir.

Enzimler, basit ve bileşik (holoenzim) olmak üzere iki gruba ayrılır:

  1. Basit Enzimler: Tamamen protein yapılıdır (ör. pepsin, üreaz).
  2. Bileşik Enzimler (Holoenzim): Protein kısmı (apoenzim) + yardımcı kısım (koenzim veya kofaktör) içeren enzimlerdir.
    • Apoenzim: Enzimin “hangi maddeye etki edeceğini” belirler.
    • Koenzim (Organik Yardımcı): B grubu vitaminleri gibi organik moleküller.
    • Kofaktör (İnorganik Yardımcı): Ca2+, Mg2+ gibi metal iyonları.

Enzimler, tepkime sonunda kendileri değişmeden çıkar ve tekrar tekrar kullanılabilir. Hücre içinde üretilse de, hem hücre içinde hem hücre dışında faaliyet gösterebilirler.

Tanım: Enzimin etki ettiği maddeye substrat denir. Enzim ve substrat arasındaki özgüllük kilit-anahtar benzetmesiyle betimlenir.
Dikkat! Bir çeşit enzim sadece bir çeşit kofaktörle çalışırken, bir çeşit kofaktör birden fazla enzimle çalışabilir. Bu da demektir ki, apoenzim çeşidi sayısı kofaktör çeşidi sayısından fazladır.

Enzim ve substrat bağlanarak enzim–substrat kompleksi oluşturur. Ardından substrat, enzim etkisiyle ürüne dönüştürülür. Enzimin aktif bölgesi, substrata tam uyum sağlayacak şekilde konumlanmıştır. Reaksiyondan çıkan enzim, başka substratlarla yeniden etkileşime girebilir.

Bazı enzimler çift yönlü çalışıp (tersinir) ileri veya geri reaksiyonu gerçekleştirebilirken, bazıları sadece tek yönlü çalışır. Örneğin, alyuvarlarda bulunan karbonik anhidraz çift yönlüdür. Sindirim enzimleri ise genellikle tek yönlüdür.

Örnek: Karbonik anhidraz, CO2 + H2O ↔ H2CO3 dengesini sağlar. Bu işlem, akciğer kılcalları ve doku kılcalları arasında kanın pH dengesini korumada etkilidir.

a) Sıcaklık

Protein yapılı olmaları nedeniyle enzimler, sıcaklık değişiminden etkilenir. Her enzimin en iyi çalıştığı optimum sıcaklık vardır. 0 °C’nin altında enzim yapısı bozulmaz ama çalışamaz. Yüksek sıcaklıklarda proteinin üç boyutlu yapısı bozulunca enzim inaktif hâle gelir (denatürasyon).

b) pH

Her enzim, optimum pH değerinde maksimum hızda çalışır. Örneğin, midede aktif olan pepsin asidik ortamı severken, ince bağırsakta görev yapan tripsin bazik ortamda etkilidir.

c) Enzim ve Substrat Miktarı

Enzim miktarı artarsa, yeterince substrat varsa, tepkime hızı da artar. Ancak substrat sınırlıysa, enzim artışı sonrası bir noktada reaksiyon hızı sabit kalır. Aynı mantık substrat miktarı için de geçerlidir.

d) Su Miktarı

Hücrelerde su oranı %15’in altına düşerse enzimler pasif kalır. Bu nedenle kurutulmuş meyveler, reçel, bal gibi ortamlarda mikroorganizmalar çoğalamaz; besinler bozulmadan saklanabilir.

e) Substrat Yüzeyi

Enzimler substratın dış yüzeyine etki eder. Yüzey alanı arttıkça, enzim-substrat etkileşimi kolaylaşır, tepkime hızı yükselir. Örneğin, eti küçük parçalar hâlinde kesmek sindirimi hızlandırır.

f) Aktivatör ve İnhibitör Maddeler

Aktivatörler, enzimlerin çalışma hızını artırır. Pepsinojeni aktif pepsine dönüştüren mide asidi (HCl) buna örnektir. İnhibitör maddeler (siyanür, cıva, kurşun vb.) ise enzimlerin çalışmasını yavaşlatır veya tamamen durdurabilir.

  • Kimyasal reaksiyonların aktivasyon enerjisini düşürerek metabolik tepkimeleri hızlı ve düşük sıcaklıkta gerçekleşebilir hâle getirirler.
  • Kas kasılması, sinirsel iletim, solunum, sindirim gibi hemen her metabolik olayda rol alırlar. Vücut sıcaklığında gerçekleşen hayati işlemler, bu sayede hücreye zarar vermeden yürütülür.
  • Enzimler, tepkime sonucunda değişmeden kaldığından defalarca kullanılabilir. Çalışma koşulları bozulmadıkça reaktif kalırlar.
  • Enzimler, canlıların sağlıklı yaşaması için kritik öneme sahiptir. Mikroorganizmaların enzimleri bozulduğunda, besinler uzun süre bozulmadan kalabilir (örneğin, sütü kaynatmak, besinleri dondurucuda saklamak).
  • Bazı endüstriyel alanlarda (gıda, ilaç, temizlik ürünleri) enzimler süreçleri kolaylaştırır. Örnek: Peynir, sirke, ekmek yapımında enzimlerden yararlanılır.
  • Canlı vücudunda su oranı aşırı düşerse (örneğin, %15 altı) veya sıcaklık çok yükselirse enzimler işlevini yitirir, metabolizma durma noktasına gelir.
  • Vücut dışında (örneğin tarım ilaçlarında) kullanılan enzimler, çeşitli kimyasal süreçleri hızlandırır; çevre kirliliğiyle mücadelede de bakterilerin enzimlerinden yararlanılır.
Ek Bilgi: Günlük yaşamda karşılaştığımız enzim örnekleri:

  • Amilaz: Nişastayı maltoza parçalar (ağız ve pankreas salgısı)
  • Maltaz: Maltozu glikoza çevirir
  • Katalaz: Hücredeki zararlı H2O2’yi su ve oksijene dönüştürür
  • Pepsin: Midede proteinleri polipeptitlere parçalar

Vitaminler, enerji verici veya yapısal bileşen olarak kullanılmayan ancak metabolik reaksiyonlarda düzenleyici rol oynayan organik moleküllerdir. Enzim yapısına koenzin olarak katılırlar. Vitaminler, temel olarak iki gruba ayrılır:

  1. Suda Çözünen Vitaminler (B ve C): Vücutta depolanmazlar, fazlaları idrar ve terle atılır. Eksiklikleri hızlı hissedilir. Günlük alım gereklidir.
  2. Yağda Çözünen Vitaminler (A, D, E, K): Vücutta depolanabilir (özellikle karaciğer ve yağ dokuda). Eksiklikleri daha geç ortaya çıkar. Emilimleri için sağlıklı yağ sindirimi ve safra salgısı önemlidir.
Dikkat! Enzimler, kendilerine özgü vitaminlerle çalıştığından bir vitaminin eksikliği bir başka vitamin ile giderilemez.
Dikkat! Vitaminler hücre zarından geçerler. Dolayısıyla sindirime uğramazlar.
Dikkat! Fark ettiyseniz vitamin haplarının koyu renkli şişelerde saklandığını görmüşsünüzdür. Bunun nedeni vitaminlerin yüksek sıcaklık, metalle temas, ışık, oksijen ve radyasyon gibi şeylerden bozulmasıdır.
Dikkat! Yağda çözünen vitaminler fazla alındığında vücutta birikerek toksik etki gösterebilir; suda çözünen vitaminler fazlası genelde atıldığı için bu risk düşüktür.
Not: Bitkiler ihtiyaç duydukları vitaminleri sentezlerken hayvanlar çoğunu dışarıdan hazır olarak alırlar. A, B, D, K vitaminleri vücuda provitamin olarak alınıp vitamine dönüştürülür:

Provitamin A – Karaciğer, İnce Bağırsak –> A Vitamini
Provitamin B – Kalın Bağırsaktaki Mutualist Bakteriler –> B Vitamini
Provitamin D – Deri Hücreleri + Güneş Işığı –> D vitamini
Provitamin K – Kalın Bağırsaktaki Mutualist Bakteriler –> K Vitamini

B Vitaminleri

B grubu vitaminleri, enerji vermez ve doğrudan yapı taşı olarak kullanılmaz; ancak vücuttaki bileşik (holo) enzimlerin koenzim kısmına katılarak birçok metabolik reaksiyonu düzenlerler. Bu nedenle “düzenleyici moleküller” olarak önemlidirler.

Eksikliği durumunda beriberi, pellegra, anemi, yorgunluk, kas krampları, saç dökülmesi, sinirsel bozukluklar gibi geniş yelpazede sağlık sorunları görülebilir.

Kaynaklar: Et, süt ürünleri, tahıllar, baklagiller ve yeşil yapraklı sebzeler.

C Vitamini

Antioksidan etkisiyle bağışıklık sistemini güçlendirir. Diş sağlığının korunması, yaraların iyileşmesi ve demir emilimi gibi süreçlerde önemli rol oynar. Eksikliğinde diş eti kanamaları, bağışıklığın zayıflaması, yorgunluk ve çocuklarda büyüme geriliği görülebilir.

Kaynaklar: Turunçgiller (limon, portakal, mandalina), kuşburnu, domates, biber, çilek.

A Vitamini

Besinlerde “provitamin A” şeklinde bulunur; karaciğer ve bağırsaklarda aktif hâle getirilir. Görme (özellikle gece görüşü), büyüme, üreme, bağışıklık ve kan yapımı süreçlerinde etkilidir. Eksikliğinde gece körlüğü, deride kuruma, bağışıklık düşmesi gibi belirtiler görülür.

Kaynaklar: Havuç, domates, ıspanak, balık yağı, yumurta sarısı ve süt ürünleri.

D Vitamini

Deride üretilen veya besinlerle alınan “provitamin D,” karaciğer ve böbrekte dönüştürülerek aktifleşir. Kalsiyum ve fosforun ince bağırsaktan emilmesini ve kemiklerde depolanmasını sağlar. Eksikliğinde raşitizm (çocuklarda), osteoporoz (erişkinlerde kemik erimesi) görülebilir.

Kaynaklar: Balık, balık yağı, yumurta, süt ürünleri. Güneş ışığı bu vitaminin aktifleşmesinde çok önemlidir.

E Vitamini

Hücre yenilenmesine destek olur; hücre zarını korur. Hücrelerin normal ömrünü sürdürmesine yardımcı olurken, serbest radikallerle savaşarak antioksidan işlevi gösterir. Eksikliğinde kas zayıflaması, kısırlık, alyuvarların parçalanması ve cilt yaşlanmasının hızlanması görülebilir.

Kaynaklar: Bitkisel yağlar, kuruyemişler, tahıllar, yeşil yapraklı sebzeler.

K Vitamini

Kanın pıhtılaşması için gerekli bazı proteinlerin sentezlenmesinde görev yapar. Solunumda rol alan bazı enzimlerin koenzim kısmına da katılabilir. Eksikliğinde kanama sorunları veya pıhtılaşma gecikmesi gözlenir.

Kaynaklar: Lahana, ıspanak, brokoli, bazı tahıllar. Bağırsaklarımızda yaşayan yararlı bakteriler de K vitamini üretebilir.
  • Vitaminler, vücudun metabolik reaksiyonlarında düzenleyici rol oynar. Hormonların salgılanması, bağışıklık sistemi ve kanın pıhtılaşması gibi temel süreçlerde işlevseldirler.
  • Suda çözünen vitaminlerin fazlası atıldığı için eksiklik belirtileri hızlı görünür. Yağda çözünen vitaminler depolanabildiğinden eksikliği veya fazlalığı daha geç anlaşılabilir.
  • Eksikliği halinde büyüme geriliği, görme bozuklukları, iskelet sorunları, cilt problemleri, bağışıklığın zayıflaması, anemi, sinirsel rahatsızlıklar gibi çok sayıda sağlık problemi ortaya çıkabilir.
  • Aşırı alındıklarında ise (özellikle A ve D vitaminleri) hipervitaminoz oluşabilir ve karaciğer, böbrek gibi organlarda toksik etkiler gözlemlenebilir.
Öneri: Vitamin ihtiyacı genellikle dengeli beslenme ile karşılanır. Ancak bazı özel durumlarda (gebelik, hastalık, yoğun spor) hekime danışarak vitamin takviyesi yapılabilir.

Nükleik asitler, hücrelerdeki metabolik faaliyetleri yönlendiren ve kalıtsal bilgiyi nesilden nesile aktaran büyük moleküllerdir. “Yönetici moleküller” olarak da adlandırılırlar. İlk kez 1869 yılında Friedrich Miescher tarafından keşfedilmiş ve çekirdek içerisinde bulundukları için “nükleik asit” (çekirdek asidi) olarak tanımlanmıştır.

DNA (Deoksiribonükleik Asit) ve RNA (Ribonükleik Asit) olmak üzere iki ana nükleik asit çeşidi vardır. Temel yapılarında karbon (C), hidrojen (H), oksijen (O), azot (N) ve fosfor (P) bulunur.

Nükleik asitlerin temel yapı birimine nükleotit denir. Her nükleotit üç alt bileşenden oluşur:

  • Azotlu organik baz: Adenin (A), Guanin (G), Sitozin (C), Timin (T) veya Urasil (U)
  • Beş karbonlu şeker (pentoz): DNA’da deoksiriboz, RNA’da riboz
  • Fosfat grubu (PO4)

Azotlu baz ve şekerin birleşmesiyle nükleozit, nükleozite fosfat eklenmesiyle nükleotit oluşur. Nükleotitler fosfodiester bağlarıyla birbirine eklenerek polinükleotit zincirlerini meydana getirir. Böylece uzun DNA veya RNA iplikleri ortaya çıkar.

Hatırlatma: Timin bazı yalnızca DNA’da, urasil bazı yalnızca RNA’da bulunur. Adenin, guanin ve sitozin her iki nükleik asitte de yer alır.

DNA, hücredeki tüm metabolik süreçleri (protein sentezi, büyüme, üreme vb.) yönetir ve kalıtsal bilgiyi depolar. Prokaryotlarda (bakteri gibi) sitoplazmada, ökaryotlarda çekirdek içinde bulunur. Ayrıca mitokondri ve kloroplast organellerinde kendilerine özgü DNA molekülleri mevcuttur.

  • Yapıtaşı olan şeker deoksiribozdur, azotlu bazları ise adenin (A), timin (T), guanin (G) ve sitozin (C) şeklindedir.
  • İki polinükleotit zincirinden oluşur ve bu zincirler birbirine zayıf hidrojen bağları ile bağlanarak çift sarmal yapı (double helix) oluşturur. Karşılıklı bazlar adenin–timin ve guanin–sitozin şeklinde eşleşir.
  • Hücre bölünmesi öncesinde, DNA kendi kendini kopyalar (replikasyon). Böylece kalıtsal bilgi, yeni hücrelere düzgün biçimde aktarılır.
Önemli Ayrıntı: A karşısında T ikili bağ, G karşısında C üçlü bağ kurar. G ve C sayısı yüksek olan DNA’nın iki iplikçik arasındaki toplam bağ daha fazladır ve ısıya karşı dayanıklılığı yüksektir.

RNA, DNA’dan aldığı genetik bilgiyi protein sentezine taşır ve bu süreçte aktif rol oynar. Prokaryotlarda sitoplazmada, ökaryotlarda çekirdek, sitoplazma, ribozom, mitokondri ve plastitler içerisinde bulunabilir. Tek zincirli yapısı vardır ve kendini tam olarak kopyalayamaz.

  • Şekeri riboz, azotlu bazları adenin (A), guanin (G), sitozin (C) ve urasil (U) şeklindedir.
  • Bazı kıvrımlı RNA türleri (tRNA, rRNA) hidrojen bağları içerse de, genel itibariyle “tek iplik”tir.
  • Tüm RNA çeşitleri, DNA üzerinde ilgili gen bölgelerinden sentezlenir (transkripsiyon).

RNA çeşitleri:

  • mRNA (mesajcı RNA): Protein sentezi için gerekli şifreyi DNA’dan alarak ribozoma taşır. Hangi amino asitlerin, hangi sırayla bağlanacağını belirleyen kodları içerir.
  • tRNA (taşıyıcı RNA): Sitoplazmada serbest dolaşan amino asitleri yakalayıp ribozoma getirir. Her tRNA belirli bir amino aside özelleşmiştir.
  • rRNA (ribozomal RNA): Ribozomun yapısına proteinlerle birlikte katılır. Peptit bağlarının kurulmasında dolaylı bir görev üstlenir.
Bilgi: Özellikle mRNA ve tRNA, çok hızlı parçalanır ve tekrar sentezlenir. rRNA ise daha uzun ömürlüdür.
  • Genetik bilgi deposu: Nükleik asitler, kalıtsal karakterleri belirleyen bilgiyi saklar ve nesiller boyunca aktarır. Tür içinde ve türler arasında genetik farklılıklar bu yapıların baz dizilimindeki farklılıklara dayanır.
  • Metabolik düzenleme: DNA, hücrenin metabolik faaliyetleri (solunum, büyüme, onarım vb.) için gerekli tüm proteinlerin sentez talimatını içerir. RNA ise bu talimatların uygulanmasında kritik rol oynar.
  • Protein sentezinin yönetimi: DNA, ribozomlarda hangi proteinin, ne zaman ve ne kadar üretileceğini kontrol eder. RNA çeşitleri de bu üretim aşamasının işçilerdir.
Not: DNA’nın kendini kopyalaması (replikasyon) ve RNA’nın genetik bilgiyi “okuyarak” protein üretimine yönlendirmesi (transkripsiyon ve translasyon), hücredeki temel kalıtım ve ifade süreçleridir.

Hücrelerdeki en temel enerji taşıyıcısı olan ATP, pek çok metabolik reaksiyonun yürütülmesi için gerekli enerjiyi anında sağlayan bir moleküldür. Besinlerdeki kimyasal enerji, solunum süreçleriyle ATP formuna dönüştürülür ve hücresel faaliyetlerde kullanılır.

ATP bir nükleotit yapısına sahiptir. Üç kısımdan oluşur:

  • Adenin (azotlu baz)
  • Riboz (5 karbonlu şeker)
  • 3 fosfat grubu (P)

Adenin ve riboz adenozin molekülünü oluşturur. Adenozine sırasıyla 1, 2 ve 3 fosfat bağlanmasıyla AMP (adenozin monofosfat), ADP (adenozin difosfat) ve ATP (adenozin trifosfat) meydana gelir. Fosfatlar arasındaki “fosfat bağları” yüksek enerjilidir; bu nedenle ATP parçalandığında anlık ve kullanışlı bir enerji ortaya çıkar.

Önemli Not: ATP büyük bir molekül olduğu için hücre dışına çıkamaz. Her hücre, gereksinim duyduğu ATP’yi kendisi üretir ve kendi içinde tüketir.

ATP, hücre içinde sentezlenir ve tüketilir. ATP sentezi için enerji gerekir; ATP’nin yıkılmasıyla ise enerji açığa çıkar. Bu yapım-yıkım döngüsüne ATP döngüsü adı verilir.

Fosforilasyon (ATP sentezi): ADP’ye (adenozin difosfat) bir fosfat eklenmesiyle ATP oluşur. (Endergonik — enerji gerektiren süreç)

ADP + P + (enerji) → ATP + H₂O

Defosforilasyon (ATP yıkımı): ATP’nin bir fosfatının ayrılması sonucu ADP ve inorganik fosfat (Pi) açığa çıkar. Bu esnada açığa çıkan enerji hücresel faaliyetlerde kullanılır. (Ekzergonik — enerji veren süreç)

ATP + H₂O → ADP + P + (enerji)
Ek Bilgi: ATP, solunum sırasında (mitokondri, sitoplazma) veya fotosentez yapan canlılarda (kloroplast) üretilir. Aynı zamanda substrat seviyesinde fosforilasyon gibi farklı mekanizmalar da ATP üretimini gerçekleştirebilir.

ATP, hücre içinde gerçekleşen birçok metabolik olayda doğrudan enerji sağlar. Fosfat bağlarının yıkımıyla salınan enerjiyi hücre şu faaliyetlerde kullanır:

  • Aktif Taşıma: Hücre zarından madde geçişini enerjik hâle getirmek (ör. sodyum-potasyum pompası).
  • Kas Hareketi: Kas proteinlerinin kasılma–gevşeme döngüsü.
  • Sinirsel İletim: Sinir hücresinde impuls aktarımı.
  • Protein, Lipit, Karbonhidrat Sentezi: Biyosentez tepkimeleri.
  • Hücre Bölünmesi: Mitoz veya mayoz sürecinde iğ ipliklerinin oluşumu.
  • Üreme: Sperm hareketi gibi olaylar.
Hatırlatma: ATP “depolanamaz,” sürekli üretilir ve tüketilir. Hücrede anlık olarak hazır durumda az miktarda ATP bulunur; fazlası hemen tüketilir veya ADP düzeyine iner.
  • Hücreler için evrensel enerji para birimi olarak kabul edilir. Her canlı, hücrenin içinde kendi ATP’sini üretmek zorundadır.
  • Hücrelerde ATP üretiminin durmasıyla canlılık faaliyetleri durma noktasına gelir. Dolayısıyla ATP sentezlenemeyen hücreler kısa sürede işlevini yitirir ve ölür.
  • Metabolik reaksiyonlar (solunum, fotosentez, fermantasyon, vb.) sonucunda besin enerjisi ATP şeklinde dönüştürülerek kullanılır. Dolayısıyla besin olmadan ATP üretimi, ATP olmadan yaşamsal işlevler gerçekleşemez.
Ek Örnek: Göçmen kuşlar uzun uçuşlarında, atletler yoğun antrenmanlarında sürekli ATP ihtiyacı duyar. Bu ATP’nin büyük kısmı oksijenli solunumla sağlanır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu